Header Ads

Türkçenin Kelimelerle İmtihanı

Türkçenin Kelimelerle İmtihanı  Ayraç Dergisi 7 Kasım 2013 In Makaleler
Osmanlıca- Türkçe Uydurmaca

Peyami Safa
Ötüken Neşriyat, 286 s.

Türkçenin tarihî seyriyle, tarih boyunca teşekkül etmiş büyük Türk devletleri arasında fevkalâde bir benzerlik vardır. Türklerin başını çektiği büyük devletlerin her ne kadar zayıflarsa zayıflasın dış güçler tarafından yıkılamadığı; ya dışarıdan başka Türk devletleri tarafından yahut içeriden yürütülen siyaset oyunlarıyla yine Türkler tarafından çökertildiği tarihî bir gerçektir. Aynı şekilde Türk dili de, Türklerin dünyanın dört bir yanına yayılması nedeniyle birçok farklı lehçelere bölünmesine karşın varlığını sürdürmüştür. Hatta yabancı devletlerin lisanları gerek istibdatla kabul ettirilmek istensin, gerek belli bir sahada Türkçenin terminolojisi olmadığı için ağırlığını koymuş olsun, o kelimeleri kendi kalıplarına uydurarak Türkçeleştirmeye muvaffak olmuştur. Bunun en bariz misali, klasik Türk edebiyatı ve tasavvuf edebiyatı ürünleriyle zirveye ulaştığımız Ortaçağ dönemidir. Yani Avrupa’nın karanlık olarak tavsif ettiği ve bize de empoze ettiği yüzyıllar, aslında Türkçenin ve Türk devletinin altın yıllarıydı.

Türkçenin problemleri olduğunun yaygın biçimde dile getirilmesi ve değişikliğin lüzumlu bulunması, her yenilikçi müdahalenin başlangıcı olan Tanzimat devrinde başlar. Modernleşen yeni dünya her şeyi sistematize ettiği gibi lisanların da genel geçer gramer kaideleri olmasını zorunlu kılmıştır. Türkçe, o zamana kadar yaygın şekilde kullanıldığı hâlde ne olduğunun veya nasıl oluştuğunun araştırılması pek lüzumlu görülmemiştir. Nitekim bu istikamette lügatler ve gramer kitapları yazmak gibi faideli çalışmalar yapanlar olmuştur. Ancak bunun yanında Frenkleşmenin önü alınamadığından, Arapça ve Farsçadan “uyarlanan” kelimeler gibi ihtiyaca binaen değil, tamamen özenmek suretiyle Fransızca kelimeler “birebir” ithal edilmiştir. Sadeleştirme tartışmaları da Meşrutiyet dönemine gelindiğinde iyice alevlenmiştir.

Millî Mücadele yıllarına gelindiğinde; hem Türkçülük fikrinin neşet etmesi, hem lisan üzerine yapılan münakaşalara bir son verilmek istenmesi, hem de coğrafî sınırları daralmış devlete yakışan bir dil arzu edilmesi neticesinde millî bir dil ihdas edilmek teşebbüsünde bulunulmuştur. Ömer Seyfettin’in liderliğinde yürütülen bu faaliyete “Yeni Lisan Hareketi” verilmiş ve bu hareket, akabinde “Millî Edebiyat” adlı bir mefhumun da oluşmasını sağlamıştır. Hareketin, yeni bil dil inşa edecek oturaklılığa sahip olmamasına rağmen; Arapça ve Farsça terkiplerin –istisnalar hariç- kaldırılması ve o lisanlardan alınan kelimelerin Türkçedeki kullanılışlarına göre değerlendirilmesi, yine bu dillerden alınan ve yerleşmiş ilmî terimlerin kullanılmasına devam edilmesi, dil ve edebiyatın batı ve doğu taklitçiliğinden kurtulması gibi isabetli düsturları olduğunu görürüz.

Cumhuriyet rejimi ideolojisinin getirilerinden birisi, köklü değişiklikler ile yeni bir millet yaratmaydı. Bunun diğer alanlardaki uygulamaları tartışıladursun, Türk dilinde büyük götürüsü oldu. Araplardan ve Farslardan siyasî ve kültürel kopuşumuzun temellendirilmesi amacıyla, Arapça ve Farsça dillerinden de “arınmak” fikri doğdu. Türklerin kendi telâffuz ve kullanımlarına göre şekillendirdikleri, yani Türkçeleşmiş kelimeler sırf Arapça ve Farsça kökenli diye gelişigüzel olarak atıldı. Tefekkürümüzden kopartılan sözcüklerin yerlerini doldurmak gayesiyle de, öz Türkçe adı verilen, bir kurum tarafından yapay bir dil inşa edildi. Bu dil, Türkçenin gramer kaidelerine riayet etmeksizin, ahengine aldırmaksızın, Türkçe bile olup olmadığı, Moğolca vb. dillerdeki köklerden kelimeler uydurulan bir dildi. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulan Türk Dil Kurumu önderliğinde bu faaliyetler 1983 yılına kadar bazen hızlanarak, bazen duraklayarak devam ettirildi. Elbette bu dayatma dilin birçok kelimesi kabul görmedi; lâkin Arapça ve Farsça kökenli bir hayli kelimemizi unutmamıza, kelime dağarcığımızın ve onun üzerine bina ettiğimiz düşünce ufkumuzun daralmasına sebep oldu. Hülâsa uydurma çalışmaları büyük oranda başarısızlıkla sonuçlanırken, tasfiye çalışmaları büyük nisbette başarıyla neticelendi.

Türk dili hususunda Peyami Safa’nın fikirlerini öğrenmeden konuya tam olarak vâkıf olunamayacağını söylesek, herhâlde mübalağa etmiş olmayız. Zira kendisi eserleriyle Türk edebiyatında zirveyi yakalamış nadide muharrirlerdendir. Bunun yanı sıra tıp, felsefe, siyaset, ekonomi, musiki, psikoloji gibi birçok alanda yazacak bilgi seviyesine ulaşabilmiş ender rastlanan mütefekkirlerdendir. Hakkında “en çok eser vermiş yazar” ve “eserlerinde en fazla değişik Türkçe kelime kullanmış yazar” biçiminde ortaya atılan iddialar bile bu konuda onun ne dediğine kulak vermemizi gerektirir.

Türk dili üzerine fazlaca kafa yormuş olan Safa, dil hakkında yazdıklarının kendi tabiriyle uç uça eklendiği takdirde İstanbul-Ankara demiryolu mesafesi kadar uzun olduğunu ifade eder. Ekseriyetle köşe yazıları halinde gazetelerde yayımladığı, Türk Diline ait meseleler üzerine yazdıklarından mühim bir seçki olarak niteleyebileceğimiz Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca adlı kitabı üzerinden hem okumayanlar için kitabın tanıtılması, hem de kitabı okuyanlara farklı bir bakış açısı sunmak maksadıyla Safa’nın Türk dili hakkındaki fikirlerini mümkün mertebe özet olarak vermeye çalışacağım.

Kitaba bir bütün olarak baktığımızda Türk dilinin genel yapısından tutun da, sadeleştirme adı altında yapılan taarruzlar, dilin güncel problemleri, kelimeler arasındaki nüanslara kadar çok geniş bir çerçevede kaleme alınmış yazılar mevcut. Yayımlandığı gazetenin ve tarihin tek tek verildiği yazılar, “Arap ve Latin Harfleri”, “Türkçenin Hastalıkları”, “Okullarda Türkçe Felâketi”, “Dilimizin Fakirliği” gibi bugün dahi muzdarip olduğumuz problemler hakkında reçete sunabilecek başlıklardan oluşuyor. Hatta herhangi bir kelime ihtilâfı, kafa karışıklığı nedeniyle veya tenkit amacıyla gazeteye gönderilen okuyucu mektuplarına bile teferruatlı olarak cevap verildiğini gördüğümüz birçok yazı da var.

Peyami Safa, Cumhuriyet öncesi sadeleştirme hareketlerine karşı cephe almıştır. Çünkü ona göre “Lisan için fikir feda edilmez.” Dolayısıyla konuşma diliyle yazı dilini birleştirmek manasızdır. İhtisas derinleştikçe yazı dili ile konuşma dili arasındaki fark doğal olarak büyür. Ayrıca konuşma dili müşterek, ilim dili ise öznel olduğu için ilim dili hassasiyet (precision) isteyen bir niteliğe sahiptir. Cumhuriyetten sonraki tasfiye çalışmalarına ise tümden karşıdır ve her fırsatta bir kelimenin Arapça ve Farsça kökenli olsa da Türkçe olabileceğini, onları atmakla düşünce ufkumuzda büyük yıkım gerçekleşeceğini dile getirir. Unutulan kelimeler yüzünden oluşan kültür kopukluklarından dem vurur. “Yeryüzünde, bu kadar mutlak bir eleme prensibine göre dilini tasfiye etmiş bir millet yoktur. Olsaydı, İngiltere’de Shakespeare’den Elliot’a, Fransa’da Ronsard’dan Valery’ye, Balzac’dan Proust’a, İtalya’da Dante’den Pappini’ye ve daha eskilerden daha yenilere kadar hiçbir büyük romancı ve şair çıkmaz, edebiyattan eser kalmaz, bu dapdaracık bir millî vokabüler içinde taş devrinin iptidaî ifade vasıtalarını kullanırlardı”1 diyerek ne kadar saçma bir iş peşinde koştuğumuzu milletler arası mukayese ile ortaya koyar. Gençliğin kendi dilinden ve kültüründen koparıldığından yakınarak başka bir yerde şöyle der, “Namık Kemal, Namık Kemal, Namık Kemal diye dilimize doladığımız şairin bir tek manzumesini gençlik anlayamaz. Hamid’i, Recaizade Ekrem’i, Ziya Paşa’yı, Fikret’i, Haşim’i, Yahya Kemal’i de anlayamaz. Fuzuli’yi, Nedim’i, Baki’yi hiç anlayamaz.”2

Yabancı kelimelerin dilimize girmesinin son derece tabii olduğunu, bunun diğer dillerde de sıklıkla gerçekleştiğini savunur. Çünkü dili bozan yabancı kelime değil, yabancı kaide almaktır. “İngilizcede binlerce Fransızca kelime olduğu gibi Fransızca ve Almancada da yabancı kelimeler pek çoktur. Saf ve katıksız dil olmayacağına göre bu ihtilât bir dilin tekâmül şartlarından biridir”3 diyerek asıl meselenin alınan kelime sayısında değil, alınan kelimeyi millîleştirmekte bittiğini vurgular. Bittabi her alınan kelimeyi de kendi malımız haline getirmeden lügate dâhil etmemek gerektiğini düşünür. Bu minvalde yabancı kelimeleri tümden reddeden “dil donkişotlarına” karşı çıkarken, diğer yandan yabancı kelime hayranı olan ve dilimize sokmak isteyen “züppelere” de karşı durur. Bu yabancı kelime özentiliğinin sadece mağaza ve dükkan tabelalarında kalmadığına dikkat çeker ve, “Dilimizin özlüğünü kaybetmesi felâketi, karşılığı bugünkü Türkçede bulunan yabancı kelimeler kabul edildiği zaman başlar. ‘Takım’ manasına gelen ‘ekip’ kelimesi bunlardandır. ‘Başkan’ yerine ‘şef’, ‘daire başkanı’ yerine ‘büro şefi’, ‘bölge’ ‘bölüm’ ‘saha’ veya ‘alan’ yerine ‘sektör’, ‘yatırım’ yerine ‘envestisman’, ‘sermayelendirmek’ veya ‘para yardımı’ yerine ‘finansman’ kelimeleri de bunlardandır.”3 diyerek örnekleriyle beraber iddiasını savunur.

Terim meselesinde sorunun eğitim sisteminin sistem yoksunluğundan kaynaklandığını düşünen Safa, ıstılahların öz Türkçe mi yoksa Yunan ve Latin’den alınacak kelimelerle mi kurulacağı hususunda ikiliklerden kurtulmak gerektiğini söyler. Meselâ bir çocuk liseye kadar uydurma terimlerle eğitim alırken üniversitede birdenbire Yunan ve Latin’den alınan ıstılahları görerek bocalar. Ona göre çözüm diğer bütün Avrupa ülkeleri gibi Latin ve Yunan köklerini almaktan geçer. Çünkü yine ona göre biz bir garb milletiyizdir. Terim meselesinde Safa’nın haddinden fazla “Batıcı” olduğu aşikârdır. Başka bir yerde asla Batı milletleri sayılmayacağımızı ve Doğu’dan kopamayacağımızı dile getiren Safa başka yerde bizi tamamen Batılı bir millet saydığı vakidir. Hayatının tümünü göz önüne aldığımızda, çelişkili sayılabilecek birçok fikri olan Safa’nın, dil üzerindeki bunca oturaklı fikirlerinin içinde şöyle bir ifadeyle karşılaşmaya pek de şaşırmamak lâzımdır, “Son bir düğüm: Istılah mı terim mi? Cevap: Terim. Çünkü Latincesi Terminus, Almancası …”4 Ne yazık ki ıstılahlar konusunda Peyami Safa da ‘Nisaiye’yi Jinekolog, ‘tenkid’i kritik yaparak Batılılaşacağımızı düşünenlerden.

Milletin kültür damarını bir neşterle bölen Harf devriminin neticeleri, zamanında büyük yaralar açtığı gibi günümüzde de halen telâfisi için çabalanan gedikler açmış. Başlarda devrime karşı çıkan Safa bilahare geri dönülemez bir adım atıldığının farkı varıp, zararın neresinden dönsek kârdır mantığıyla Edebiyat fakültelerinde nasıl öğretiliyorsa, liselerde de eski harflerin öğretilmesi taraftarıdır. Kanunun bu harflerle okumayı değil, sadece yazmayı yasak ettiğini öne sürerek bu fikrinde herhangi bir sakınca olmadığını da ilâve etmiştir. Bu konuda, “Arap harfi bilmeyen bir genç için Türk tarihinde ve Türk edebiyatında orta seviyeyi bulacak kadar derinleşmek imkânsız. Bu genç; Naima’yı, Peçevi’yi, Cevdet Paşa’yı okuyamaz. Bunun gibi el yazması, taş basması veya matbu 45 bin eserden hiçbirini okuyamaz. Koca Divan edebiyatı onun için bir mektep kitabına veya bir antolojiye alınmış mostralık birkaç manzumeden başka bir şey değildir.”5 Peyami Safa,samimi bir gayretten ziyade muhafazakârlaşma rüzgârlarıyla da olsa son yıllarda Osmanlı Türkçesi kurslarının yaygınlaştığını ve ilginin arttığı görse herhâlde sevinirdi.

Öz Türkçe hususuna baştan beri karşı durduğu için Türk Dil Kurumu’ndan da uzaklaştırılan Safa, öz bir dil olmadığı için Türkçenin de özü olmayacağını daima müdafaa etmiştir. Ayrıca bu temelsiz iddia ortaya konacaksa bile öncelikle ihtisas dergilerinde konulmalı, gazeteler aracılığıyla ispatlanmadan pratiğe geçilmemesi gerektiğini dile getirmiştir. Yine kitapta da geçen birçok köşe yazısında, öz Türkçe namıyla uydurulan birçok kelimenin etimolojiye ve gramere aykırı olduğunu tesbit etmiştir. Lisanın yapısı açısından hezimet olarak tanımlanabilecek bu uydurma teşebbüsünün, diğer taraftan gülünç, daha doğrusu trajikomik bir cephesi de vardır. Meselâ halk bilet yerine girimlik, bahane yerine nedensi kelimelerini garipsemiş ve kabul etmemiştir. Bir yazısında, “Bir öz Türkçeci yazar ‘Doğanın tin üzerinde olumlu etkileri’ diye başlayan bir makale yazarsa, okuyucu evvelâ şaşırır, sonra kızar ve gazeteyi elinden bırakır. Çünkü cümlenin şu manasını anlamaz: Tabiatın ruh üzerinde müsbet tesirleri.” öz Türkçeci bir yazarın halka ne kadar uzak kaldığını örnekler. Sonra doğa kelimesinin tamamen uydurma olduğunu vs. izah eder. Gelgelelim bugünün gazete okuyucusunun birinci verdiği cümleyi ikinci cümleden daha iyi anlayacak kadar yozlaştığını görecek kadar ömrü vefa etmemiştir.

Okuyucu mektuplarına ve muhtelif yazarlara karşı yönelttiği tenkidler ışığında hassaten kelimelerle alâkalı yazıları benim en büyük zevkle okuduğum yazılarıdır. Faruk Kadri Timurtaş ve Mehmed Kaplan gibi Türk dili ve edebiyatı sahasının önemli akademisyenleriyle dahi girdiği kalem münakaşaları, bu hususta ne denli bilgili olduğunu kanıtlar. Meselâ bir yazısında, “Edebiyat Fakültesinden bir üniversiteli ‘kuşak’ kelimesinin ‘nesil’ kelimesi yerine kullanılmasının doğru olup olmadığını soruyor”6 dedikten sonra dil üzerine olan teorilerden bahseder, iki kelimeyi de açıklar ve “kuşak” kelimesinin somut olduğunu, köylü ağzında basit bir anlamı olduğunu köylü dilinden ilim yapılamayacağını anlatır.

Türk dili üzerinde ciddi fikirleri olan Peyami Safa’nın görüşlerini bir araya getiren kitap, dil meselesinin esasında hiç de hafife alınacak bir mesele olmadığını idrak edip bir dil şuuru oluşmasına katkı sağlıyor. Dilin düşünce dünyasına ne denli tesir ettiğini, dil ve kelimeler üzerine düşünmenin ne kadar yararlı olacağının öğrenilmesinde de büyük rol oynuyor. Yine tasfiye çalışmalarının dilimize ne ölçüde zarar verdiğini misaller vasıtasıyla tesbit edip, daraltılmış kelime haznemizi geliştirmek için teşvik edici bir faidesi de var. En azından insan “Nedir bu Türkçe’nin kelimelerden çektiği!” tarzında empati eksenli veya “Türkçeyi katleden yine biz Türklermişiz!” gibi özeşleştiri menşeli fikirler üretebilir.

Son olarak eklememiz gerekirse; mezkûr kitapta ve bu yazıda hacimce ağırlığı olan sadeleştirme mevzusunu ta 1911 senesinde, tasfiye münakaşaları kızışmışken, Tüccarzade İbrahim Hilmi çok güzel ifade etmiş, fakat belli ki kulak asan olmamış: “Lisanın tasfiyesini zamana bırakmalı imiş. Zaman her şeyi tabiî olarak halledermiş… Âlâ, o halde çalışmaya, şikâyâta, bir şeyin muhtac-ı tadîl ve ıslah olduğunu iddiaya hâcet yok. Mademki zamanı değil, her teşebbüs akimdir.”7

Referanslar
1 Dil Sıkıntısı, 1/8/1954 Türk Düşüncesi, a.g.e
2 Acıklı Problem, 18/12/1956 Milliyet, a.g.e
3 Yabancı Kelime Suiistimali, 13/9/1958 Milliyet, a.g.e
4 Gene Terim Bahsi, 16/12/1939 Cumhuriyet, a.g.e
5 Arap Harfleri, 24/1/1940 Cumhuriyet, a.g.e
6 Nesil mi Kuşak mı?, 12/1/1960 Tercüman, a.g.e
7 Tüccarzade İbrahim Hilmi, Tasfiye-i Lisana Muhtaç mıyız?, 1327 İstanbul, Matbaa-i Hayriye

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.